1. Baskıya önsöz

Önsöz

2007 yılı baharında arkadaşım Nurettin Yılmaz, kansere yakalandı. Durup dururken Nurettin’in kanser olması, herkesi şaşkına çevirdi. Çünkü o, çevremizdeki insanların içinde  kendisine en iyi bakanlardan biriydi. Herkes onun oldukça sağlıklı olduğunu bilirdi. Ta ki doktora gidip de kanser teşhisi konuluncaya kadar. Salına salına doktora gidip te ne zaman öleceğinin hesabını yaparak eve geri dönmek oldukça zor olsa gerek!
Ne garip bir tesadüftür ki ben, en yakın arkadaşımın kanser olduğu haberini aldığımda, tuz üzerine yeni yeni bilgiler ediniyordum. Biraz sezi, biraz umutla,  birkaç kilo Himalaya kristal tuzu yanıma alıp, hastahanede arkadaşımı görmeye gittim. Her ne kadar dışarı yansıtmamaya çalışsa da, ölümün soğuk yüzünün, arkadaşımı bir karabasan gibi sardığını gördüm.
Vücudunda hiçbir rahatsızlığı olmayan birinin, ölümü beklemesi oldukça garipti. Bu gariplik, hastaneye arkadaşımı ziyarete gittiğimde daha da büyüyüp belirginleşti. Almanya’ya geri döner dönmez kafamdaki bu garip soruyu gidermek için araştırmaya başladım. Kanser üzerine yazılmış bütün kitapları dergileri tek tek eve taşıdım. Arkadaşım için bu araştırmayı yaparken, bugün toplumun kitlesel olarak sebebi bilinmeyen hastalıklara yakalanma sebeplerinin  ipuçlarını yakaladım. Hani ne derler, yarayı deştikçe azgınlaşır misali, biz eştikçe mesele de derinleşti. Sonuçta şunu anladım; kanser bir hastalık değil. Kanser, bir hücreler topluluğunun kendine yurt edindiği vücut dediğimiz canlı organizmanın yaşanmaz hale gelmesi sonucu, beyin tarafından yalnız başına bırakılan hücre yada hücre grubunun yeni bir yaşam mücadelesinden başka bir şey değil.
Nasıl ki oksijen, insan yaşamı için vazgeçilemez, başka hiçbir şeyle değiştirilemez, en yaşamsal  bir madde ise, su ve tuz da insan yaşamının sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için, vazgeçilemez ve değiştirilemez iki besin maddesidir. İnsanoğlunun su ve tuzun, yaşam için, insan sağlığının korunması için önemli olduğunu ne zaman keşfettiğini  bilmiyoruz. Belki  insanoğlu da hayvanlar gibi içgüdüsel olarak bu iki maddeyi keşfetmişlerdir. Ancak bildiğimiz tek şey, sözüm ona modern toplumların gelişmesiyle, endüstrinin bu iki maddeyi bozarak elimizden almış olmasıdır. İşin garip tarafı, sağlık sistemlerine hemen hemen her toplumda akıl almaz paralar yatırılırken, ilaç endüstrisi için sürekli araştırmalar yapılırken, yaşamın oluşmasında ve devamlılığında bu kadar büyük rol oynayan su ve tuz üzerinde, diğerlerine kıyasla yok denecek kadar araştırma yapılmamış olması tuhaftır.

Geleneksel TIP bu iki maddeyi adeta yok saymıştır. Başlangıçta Parma endüstrisinin ürettiği ilaçlarla gözleri kamaşan, ürettiği ideolojilerle başı dönen TIP, su ve tuzun önemini görmemezlikten gelirken, bu gün bu böbürlü yanılgı öyle bir aşamaya ulaşmıştır ki, artık bu bilimi icra edenlerin su ve tuzun ne olduğunu bile bilmemelerine kadar varmıştır. Başlangıçta bir baş dönmesi heyecanı iken, bu gün bu yanılgı sağlık sisteminin bir çıkmazı haline gelmiştir. Tabiî ki bu sistemin çıkmazının kurbanları yalnızca kitleler değil aynı zamanda bu bilimi icra edenlerin kendileri de olmaktadır. TIP bir şaşkınlık içerisindedir. Çünkü çözüm hiç de bu işten sorumlu olmayan bilim dallarından gelmektedir. Bu da onları rahatsız etmekte agrasivleştirmektedir.
Belki de işin en garip yanı bizim kendini beğenmiş at gözlüklü perspektife sahip bu kişilerin sorumsuz, başıboş buyruklarına kanışımızdır. Bunlar bizim yaşamımızla garip garip deneyler yaparken, biz saygımızı ve ekonomik desteğimizi en cömertliğimizle verdik. Bugün özel bir hastanede sadece basit bir kontrol, asgari ücretin de ötesindedir. Artık ömrümüzle başkalarını servete kavuşturma çağı geride kaldı. Çağın kompleksleriyle insanoğlunun var olduğundan bu yana edindiği bilgeliği bir görgüsüzlük havası içerisinde görmezlikten gelme çağı geçti.
Başlangıçta sadece arkadaşımıza bir bilgi olsun diye yaptığımız bu araştırma ve denemelerimizi, gene onun önerisi sonucu, okuduğunuz bu kitaba dönüştürdük. Bu kitap oluşurken var olan asıl  kaygımız kitap yazmak değil, arkadaşımızı ölümün pençesinden nasıl kurtaracağımızın yolunu bulmaktı. Arkadaşım Nurettin Yılmaz ölümü bu kitaptaki bilgiler ışığında yendi. Sadece o mu? Önce kendim kurumanın eşiğinde olduğumu anladım. Bir taraftan iki yıldır kullandığım gözlükleri terk ederken aynı zamanda vücudumdaki irili ufaklı bütün sağlık sorunlarımı çözdüm. Her insanın yapabileceği gibi hemen çevremdeki en yakın akrabamdan sadece merhabalaştığım tanıdığıma kadar herkese bu bilgileri ulaştırmaya çalıştım. Kardeşim senelerce duvarlara yaslanarak uyumaya çalıştığı bel ağrılarını ve migrenlerini altı ay gibi kısa bir sürede yendi. Eşi kalem tutamayacak hale gelen ve doktorların amelyat olmak zorunda olduğunu söylediği (aynı sorundan amelyat olanların ise birdaha geriye dönüşü olmaksızın kötüleşmesinden dolayı amelyat olmaktan korktuğunu ve bu nedenle amelyat olmadığını da belirtelim) bileklerini üş haftalık bir süre içerisinde eski haline getirdi.
Senelerce yüksek tansiyon ilaçları içtikleri halde, sadece himalaya tuzuyla yaptıkları su kuruyla  çok kısa sürede bu ilaçlarını terkeden diğer birçok dostlarımız. Hepsinin adını yazmak istemiyoruz. Ancak ilginç olan bir olayı anlatmakta yarar görüyorum.
Burada da yüksek tansiyonu olanların herhangi bir yanlışlık yapmamaları için, suyu yavaş yavaş ve dikkatli arttırmaları gerektiğini söylüyoruz. Bu söz kimilerini biraz korkuturken, kimilerini de söylenilenden çok, yaşamdan edindiği bilgeliğiyle oldukca yüreklendirmektedir. Bunlardan birisi de Nurettin Yılmaz’ın 75 yaşındaki annesi. Oğlunun kanseri nasıl yendiğini görünce, on yıldır kullandığı yüksek tansiyon ilacını bir seferde kaldırıp çöpe atıyor. Bu ailenin diğer üyelerinde panik yaratırken, ana kendisinde hiçbirşey olmadığını, günde en az üç kere kontrol ettiğini ve herşeyin normal olduğunu söyleyerek diğerlerinin korkularını yatıştırıyor. Hatta sanki tansiyonunu tehdit edercesine, “eğer çıkarsa suyu biraz daha artırırım” diyor.
Bazen kendi kendime, bu akılalmaz araştırmayı yapma nedenini ve gücünü nereden buldum diye sorup durdum? Aslında doğruyu söylemek gerekirse benimkisi bir güç değil bir korkuydu. Nurettin gibi bir dostu kaybedip bu dünyada yapayanlız kalacağımın verdiği korku. Korkumu yenemedim. O zaman tek bir yol kalmıştı; zamansız gelen ölümü yenmek. Ben ölüme sadece bilgi ve tuz ulaştırdım, Nurettin ise ölümün üstesinden geldi. Bize verdiği en güzel armağan budur. Bundan sonraki umudumuz ise, genç yaşta hastalıklara ve ölümün pençesine düşen herkese yardımcı olmasıdır.

13.03.2008
Yücel Aydemir

Bir yanıt yazın