2. Baskıya ön söz
Değerli okurlar, kitabımızın birinci baskısını, 2008 kasım ayında İstanbul kitap
fuarında ilk defa gün ışığına çıkarabildik. Kasım ayından bu yana gecen beş aylık bir zaman içerisinde birinci baskı tükendi. Bize okurlarımızın bu yeni perspektife gösterdikleri hassasiyet ve önemi göstermektedir. Şu ana kadar, ne okurlarımızdan ne de sağlık meslek guruplarından olumsuz bir eleştiri aldık.
Okurlarımızdan gelen olumlu yanıtlar, hele ki Himalaya kristal tuzunu da
kullananların şaşkına düşmüş övgüleri, bizlere güç vermektedir. Okurlarımızın
bu konuda yazdıklarını, daha sonra yayınlamayı düşünüyoruz.
Kimi dostlarımız çocuklar hakkında bir şey yazmadığımı söylediler. Oysa ki
çocuklar için gerekli olanı yazdığımı düşünüyordum. Belki de alışıla gelmişin
ötesinde bir biçimle yazdığım için dikkatleri çekmedi. Burada vurgulayalım.
Çocukların vücudu yetişkinlerden daha hassas ama özellikle kendini yenileme
ve problem çözme konusunda, yetişkinlerden çok daha yeteneklidir. Bu yüzden
ben çocukların su ve tuzu nasıl almaları konusunda yetişkinlerle bir ayrıma
gitmedim. Onların vücudunun da, bizler gibi suya ve tuza ihtiyaçları var.
Özellikle gelişme çağında yeterince su ve tuz almayan çocukların gelişimleri
olumsuz etkilenmektedir. Refah toplumlarında hemen her iki çocuktan biri aşırı kiloya sahiptir. Sebep ise su içmemeleri, dolayısıyla su yerine tatlandırılmış başka içecekler içmeleridir. En büyük yanılgı da, sanki çocuklarımıza bir güzellik yapıyormuşuz gibi, bu içeceklerin daha fazla tüketilmesine yardımcı oluruz. Oysa şunu bilmemiz gerek. Yaşayan canlılar için, suyun yerini hiç bir şey, ama hiçbir şey tutamaz. Buna en basit örnek şudur. Hiç kimse çiçeklerini coola ya da kahve ile sulamaz. Bunlar pahalı oldukları için değil, yaşayan çiçeğe düşman olduğu için kullanılmaz. Her nedense su dışındaki bu endüstri içeceklerinin çiçeğe zarar verebileceğini biliriz de, çiçek gibi evlatlarımıza zarar verebileceğini hiç düşünmeyiz.
Vücudumuzun bir bilgeliği vardır. Bu bilgelik vücudumuzun ihtiyaçlarıdır.
Bütün canlılar vücutlarının ihtiyaçlarını bilir, ve onun isteklerini anlarlar. O
yüzden su içmeyen canlı yoktur. İnsan da ise bu tam ters hale gelmiştir. İnsanın
sosyal öğretileri yüzünden, artık ne kendi vücudunun isteklerini bilir, ne de bu
isteklere nasıl yanıt vereceğini bilir. Örneğin migren vücudun su ihtiyacının
bir sinyalidir. Vücut burada su ister. Buradaki sosyal öğretiler ise birincisi,günde 2,5 litre sıvı içen, yeterince su içtiğine inanır. Çünkü toplum bu bilgi ile yönlendirilir. İkincisi ise, migrenin adına hastalık denilmektedir. İnsan bunun bir su kıtlığından olduğunu artık akıl edemez. İşte bu yanılgılar, vücudumuzun istekleri ile, bizim onu algılamamız arasındaki uçurumun, her geçen gün büyümesine sebep olmaktadır.
Sadece aşırı kilolar ya da dengesiz gelişmeler değil, aynı zamanda özellikle
kanserin ve astımın çocuklarda akıllara durgunluk veren boyutlarda artmasının
tek sebebi, su içmemeleridir. Örneğin astımı olan bir çocuğu ya da genci tedavi
ettirmeden önce, yeterince su içmesini sağlayın, doğru ve yeterli doğal tuz
yedirin, en ideali tuzlu su kürü yaptırın, aylar çekmeden iki hafta gibi çok kısa
bir zaman içinde iyileşmesine tanık olursunuz.
Bugün çocuklarda yoğunlaşma bozuklukları sanki bir moda haline gelmiştir.
Sadece bizde değil bütün dünyada bu böyle. Bir şeye yoğunlaşmak için, önce
gerekli olan enerjiyi bulmanız gerekir. Çocuklarımız, gençlerimiz vücutlarını
sadece beynin gücüyle peşlerinde sürüklemektedirler. Vücutlarının bir
güçleri yoktur ki yoğunlaşabilsinler. Bu yüzden çocuklarımızın okullarında,
üniversitelerinde başarılı olmasını istiyorsak, su içmesini öğretmemiz gerekir.
Gençler için söyleyebilecek en güzel sözümüz şudur: „Su için aşka düşün“. Bu
sadece bir parola değil aynı zamanda bilimsel bir gerçekliktir. Çünkü aşk yaşama enerjisi ister, sevgi, güç ister. Siz şimdi vücudunuzu bile taşıyabileceğiniz bir gücünüz yoksa, aşka düşmeye, başkalarını sevmeye hiç de gücünüz olmaz. İşte bu yüzden su için aşka düşün, kansere değil.
Bize yapılan ikinci eleştiri ise, TIP’ bı neden bu kadar eleştirdiğimizdir. Değerli
okurlar, bizim amacımız hiçbir zaman birilerini karalamak ya da kötülemek
değildir. Hele ki sistem içerisinde, bu sistemin çıkmazından en çok zarar gören
ve bu çıkmazdan kurtulmaya çalışan insanları karalamak gibi bir düşüncemiz
kesinlikle yoktur. Ancak bildiğimiz bir doğru var. O da şu: Dil bilgeliktir. Biz
ancak dilin bilgeliğinden, dilin o güzel seçiciliğinden yararlanarak olayları ve
nesneleri birbirinden ayırt edebilmekteyiz. Biz bir nesneye taş dediğimiz zaman, aynı zamanda da şunu biliriz ki taşı attığımız zaman baş yarar. Eğer biz birine taşı atarsak, baş yarmamasını da ümit edemeyiz.
Dil bir bilgelik olduğu gibi, aynı zamanda, tarafsız değildir. Her ne kadar
kimileri bilimin tarafsız olduğunu idda etsede, dili her ne şekilde olursa olsun
kullannan hiçbir bilim tarafsız olamaz. Bu dilin doğası gereğidir. Eğer „bu
bardak kırık” dediğiniz zaman, artık o bardakla su içemezsiniz. Ne kadar da
iyi niyetli olursanız olun, bu söz sizi yeni bir davranış biçimine zorlar. Çünkü
„bu bardak kırık“ sözünün mantıksal uzantısı, „bu bardakla su içilmez“dir. Hem
bardak kırık deyip, hem de bardakla su içmeye çalışırsanız, bir yerlerde bir
yanlışlık yapıyorsunuz demektir. Eğer kırık bir bardaktan su içiyorsanız bunun
iki sebebi vardır, ya bardağın kırık olduğunu bilmiyorsunuz, ya da başka bir
alternatifiniz yok demektir. Eğer siz bardağın kırık olduğunu biliyorsanız ve
birinin o bardaktan su içmesini engellemek istiyorsanız üç olanağınız vardır.
1. Ya bardağın kırık olduğunu söylemek zorundasınız, kişi ona göre kendi
davranış biçimini kendi seçer.
2. Ya bardağı onarmak zorundasınız
3. Ya da insanların o bardaktan su içmesini yasaklamak zorundasınız.
Bizim geleneksel TIP karşısındaki durumumuz bundan farksız değildir.
Birincisi insanların kendilerine sunulan sağlık hizmetlerini kullanmalarını yasaklamaya ne gücümüz yeter, ne de gücü yetenlerin böyle bir şeyi yapmaya hakkı vardır.
İkinci olarak bu kırık bardağı tamir etmeye bizim gücümüz yetmez. Dolayısıyla
bize tek yol düşüyor. O da bardağın kırık olduğunu ispatlamak. O zaman kişilerin bu kırık bardağı görüp anladıkları zaman, nasıl davranacaklarına, en demokratik biçimde kendileri karar verir. Yalnız bize düşen bu bardağın gerçekten kırık olup olmadığını ispatlamaktır. Bardağın kırık olduğunu ispatlandığı zaman, tabii ki birilerinin yaşamsal çıkarı korunurken, bazılarının da ekonomik çıkarlarına ters düşmekteyiz.
İşte bu yüzden diyoruz ki, dil bir bilgeliktir ama tarafsız değildir. Bizim amacımız burada kimsenin bardağını kötülemek değil, sadece toplumların sağlığının bozulmasının adını koymaktır. Biz hastalıklardan değil vücuttaki su kurumasından ve tuz kıtlığından bahsettik.Dedik ki aslında hastalık yoktur, sadece vücutta su kuruması ve tuz kıtlığı vardır. Buna bağlı olarak bunun vücut tarafından bize bildirilmesi vardır. Bu tamamen yeni bir düşünce biçimidir. Bize kronik olarak belletilen hastalıkların bugünkü bilim tarafından ne sebebi bilinir, ne de çözümü vardır. Aslında vücudumuzun ölümün alternatifi olarak bulduğu çözümlerdir bunlar. Gelişmiş canlılar, yaşam için gerekli maddeleri bulamayınca, ömrünü uzatmak için TIP’ bın hastalık diye niteledikleri çözümleri bulmuştur. Örneğin Romatizma ağrıları, uzun süre su kıtlığı içerisinde yaşayan vücudun, dışarı atamadığı Ürik asiti, kemiklerin üzerine
yaymasından oluşmaktadır. Vücudun asitlenmeden kurtulmak için bulduğu
akıllı bir çözümdür. Eğer vücut böyle bir çözümü becerememiş olsaydı, ölüm
daha erken gelecekti. Bu örnekleri hemen bütün hastalıklar için çoğaltabiliriz.
Bu hayvanların soğuk arttıkça tüylerini çoğaltmasına benzer. Soğuktan
korunmak için hayvanların tüylerini çoğaltmasını, hormon bozukluğu olarak
adlandırırsak, bu hayvanları hastahaneye yatırıp tüylerini yolmamız gerekir.
Şimdi siz gelişmiş canlıların kıtlık dönemleri için geliştirdiği bu çözümlere bir
hastalıkmış gibi bakarsanız, bir yeteneksizlikmiş gibi görürseniz ve canlının bu
yeteneğini baskı altına alırsanız, tabii ki başarılı olamazsınız. İşte bu yüzden
bütün dünyadaki hastalık üzerine kurulu sağlık sistemleri yanlış yoldadır. Bunu
söylemeden, adını koymadan da doğru bir yolu, bilge bir yolu seçmemizin
olanağı yoktur.
Biz sağlık sistemlerinin çıkmazını söylerken, bu konuda yalnız değiliz! Bizim
en büyük ispatımız sistemin kendisidir. Dünyada ve de ülkemizde büyüyen özel
sağlık sektörünün kendisidir. Eğer sağlık sistemleri sağlığımıza çözüm üretmiş
olsalardı, bunun en mantıklı sonucu, sağlık sistemleri fiziksel ve ekonomik
olarak küçülmeleri gerekirdi. Oysa biz görüyoruz ki, her yerde mantar gibi yeni
hasta haneler, yeni diyaliz merkezleri, çoğalmaktadır. Bu sağlık sistemlerinin
çözümden çok çözümsüzlük ürettiklerinin en büyük ispatıdır. Çözüm üretmiş
olsalardı, sistemin her geçen gün küçülmesi gerekirdi. Sağlık sistemlerinin
devasa boyutlara ulaştığını siz benden daha iyi biliyorsunuz.
Burada sağlık sistemlerinin çözümsüzlüklerinin en basit, en kolay ve en anlaşılır alternatif çözümü su ve doğal tuz olduğunu söylerken de yalnız değiliz. Biz suyun ve tuzun insan yaşamı ve sağlığı için önemini doktor olarak değil, hasta olarak fark ettik. Sonra eşimize dostumuza ulaştırdık bu bilgileri. Buradan aldığımız inanılmaz sonuçlar bizi yüreklendirdiği için, bu kitabı sizlere ulaştırdık. Şimdi ise, özellikle kitabımızı okuyan ve tuzlu su kürü yapan insanlardan bize dönen olumlu yanıtlar bizleri şaşkına çevirmektedir. Tansiyonunu üç günde aşağı çeken, yürüyemez halde iken tekrar ayaklanan, astımına, migrenine, şekerine, romatizma ağrılarına çözüm olan insanların sayısı, gittikçe çoğalmaktadır. Hatta bunların çoğu, içine düştükleri şaşkınlıkları gizleyemeyerek bizim geleceğimizden endişe etmektedirler. Bize söyledikleri şudur. „Yücel Bey kendinize dikkat edin, kendinizi koruyun size ihtiyacımız var“. Okurlarım kaygılarında haksız değiller. Ancak biz bu dünyaya yaşamaya geldik, saklanmaya değil.
Daha önce bu satırları yazmış olsaydık belkide anlaşılması zor olurdu.
Ama bugün anlaşılabileceğini sanıyorum. Bu günkü ekonomik krizin en
büyük sebeplerinden biri sağlık sistemlerinin, sadece ülkemizde değil bütün
dünyada, tıkanması ve çözüm üretememeleridir. Bu tıkanma, bu çözümsüzlük,
sağlık sistemlerinin kendi açısından değildir. Tıkanma toplumsal açıdandır.
Çünkü sistem kendi içinde oldukça mükemmel ve her geçen gün çoğalarak
büyümektedir. Bu sistemin ekonomik ihtiyacıdır, bizim değil. Ancak sağlık
sistemlerinin ürettiği çözümsüzlük, hem toplumsal açıdan, hem ulusal ekonomi
ve hem de dünya ekonomisi açısından bir çıkmazdır. Neden?
Birincisi sağlık sistemleri hasta topluma sağlık üretemedikleri için, toplumda
korkunç bir iş gücü kaybı olmaktadır. Bu iş gücü sadece üretimde değil aynı
zamanda eğitimden ibadete, kadar bütün alanları kapsamaktadır.
Küçük bir örnek verelim. Bugün Türkiye’de yaklaşık yirmi milyon insanın yüksek tansiyonu olduğu söylenmektedir. Bu insanların büyük bir çoğunluğu, okullardan, camilerden, fabrikalara kadar, toplumdaki en üretken alanlarda çalışmaktadırlar. Böyle bir sağlık sorunu ile insanların üretkenliklerini yüzde yüz kullanmaları mümkün değildir. Ekonomi bu korkunç iş kaybını, hem de ekonomik değerini ödediği halde kaybetmektedir. Ekonomik değeri ödenen bu iş gücünden alınması gereken emek üretkenliğine ulaşılamaz. Çünkü insan her şeyden önce kendi can derdindedir.
Bu aslında ekonomide görünmeyen bir savaş gibidir. Bir ağaçta kurt ne
ise, bir toplumda kitlelerin sağlığının bozulması da, ekonomi için aynıdır.
Ağacın kurdu ağacı yavaş ve sessizce çökertir. İkinci sorun, toplumun bu
çözümsüzlüğe transfer ettiği ekonomik değerdir. İlkel kabileler hariç, hemen her toplumda sağlık sektörüne aktarılan paralar korkunç bir şekilde çoğalmaktadır. Ekonominin diğer sektörlerinde kullanılması gereken ekonomik değerler, üstelik de çözümsüzlük olan sağlık sektörüne akar. Bu nedenle ekonominin büyümesine engel olur. Örneğin Amerika’da sadece kanser ilaçları için ödenen paraların, sağlık bütçesinin %20’sini oluşturduğu söylenmektedir.
Üçüncü sorun ise, sağlık sistemine aktarılan ekonomik değerlerin büyük bir kısmı ekonomiye geri dönmemesidir. Değerli okurlar, ikinci kitabımızı tamamen kanser üzerine ayırdık. Bu kitapta bütün kanser teorilerini, kanser üzerine yapılmış yeni tespitleri, kanser teşhis metotlarını, şu anda en çok uygulanan kanser tedavilerini ve risklerini araştıracağız. Ama en çok da şunu işleyeceğiz; kanser bir hastalık değildir, kanserden ölmek zorunda değiliz, yeter ki yeterli su içelim. Burada sadece ön bir bilgi olsun diye iki tespitimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Birincisi; Her organın kanseri var ama Kalbin kanseri yok. TIP’ ba göre teorik olarak var ama pratikte hiç görülmemiş. En azından kayıtlara geçen bir Kalp kanseri yok, neden? İkincisi beyin kanseri. Bugünkü kanser tedavilerinin dayandığı bir teori var. O teoriye göre kanserojen bir madde herhangi bir hücrenin genetiğini bozar ve o hücre çoğalarak tümör oluşturur, o tümör de insanı öldürür. Oysa Beyin – Kan – Bariyeri diye bilinen bir bariyer var. Bu bariyer beyne girip çıkan maddeleri kontrol etmektedir. Sadece oksijen, su ve tuz iyonlarından başka hiç bir maddenin beyine girmesine izin verilmemektedir. Peki o zaman beyin tümörlerinin oluşmasına sebep olan kanserojen madde beyine ulaşamadığına göre, beyin tümörlerine sebep olan nedir?
23.Mart 2009
Yücel Aydemir